Tuesday, 14 January 2014

Punta Cana

Hatirladigim ilk tatil koyu deneyimim 1993 yılında balayı için  gittiğimiz Simena tatil köyü idi. Hem ilk olması hem balayı  nedeni ile orda olmak hem de haziran ayında yani cehennem sıcakları başlamadan gittiğimiz için olsa gerek o zaman çok hoşuma gitmişti.

Daha sonra 93-99 yılları arasında hem tatil amaçlı hem de bilimsel amaç güden! yerli kongrelerin  buralarda yapılmasi nedeni ile her yıl 1-2 sefer tatil köyü ziyaretimiz oldu. Bunlar içinde en fazla hoşuma giden 3 gün kaldıgımız ve çocuk kabul etmeyen Magic club tatil köyü idi. En son tatil koyu maceramiz ise 17 Ağustos 1999 günü giriş yaptığımız club monaco idi. O tatil bizi korkunç depremi yaşamaktan korudu ama benim için Antalya ve tatil köyü kavramının sonu oldu. O sıcağı yaşadıktan sonra artık tamam dedim. Daha sonraki yaz tatillerimizde sicagi,denizi ve kumu çok sevmesine rağmen Ipek'i de yanimda surukleyip hep yurt disinda yaptik. Hatta yazin avrupa çok sıcak oluyor diye bir seferinde İskandinavya'ya bile gittik.

Yurt dışı tatilleri hem güneydeki bana göre rezil ve fahiş fiyatlı tatil köylerinden çok daha ucuza mal oluyor hem de değişik yerler görme ve değişik kültürler tanima firsatı veriyor. Çocuklar doğana kadar bu böyle devam etti. Birbuçuk yaşına geldiklerinde  onlarla beraber ilk kez yurt dışına çıktık ve Avusturya'ya gittik. İlk yaz tatilinde ise yine serin olsun diye İsviçre'ye gitmiştik.

Ancak çocukları deniz ile tanıştırma mecburiyetinden havalar serinleyip okullar açılıp o mahşeri kalabalık evlerine döndükten sonra 2 yıl arka arkaya bir başka sevemediğim yer olan Bodrum'a gitmek durumunda kaldık.

Daha sonra Kanada'ya taşındık ve Güney Türkiye macerası benim için bitti. Fakat aradan 3 sene geçip de hem İpek çok sevdiği deniz,güneş,kum üçlüsünü özleyip hem de çocukların denize girmenin ne demek olduğunu bilmediklerini fark edince artık klasik bir yaz tatili yapma zorunluluğunun doğduğuna karar verdik.

Kanada'da popüler deniz tatili destinasyonlarının başında Karayipler geliyor. Dominik Cumhuriyetinin bir kenti olan Punta Cana bu destinasyonlar içine hem kumsalının güzelliği hem de fiyatlarının avantajı ile öne çıkan bir bölge.  Biz de uzun zaman sonra planladığımız ilk deniz tatilinde Punta Cana'ya gitmeye karar verdik. Karayiplerde yaz mevsimi Kasım sonuna kadar fırtına sezonu olduğundan biraz riskli ancak national hurricane Center web sitesi yakın zamanda fırtına bildirmediği için şanslıyız.Öte yandan Dominik o ünlü fırtınalardan pek etkilenmiyormuş. Montreal Punta Cana uçuşu 4 buçuk saat sürüyor ve hemen hemen bütün şirketlerin direkt uçuşu var. Biz Aircanada ile uçtuk.



Uçakta bizim yerimiz en arkadan 6 ya da 7. Sırada. Iniş sonrası uçağımız park ettikten sonra içinde kapının açılmasını beklerken bir anda arkamdan bir ateş topunun ensemi yaladığını hissettim. Evet uçağın arka kapısı açılmıştı ve ben uzun süredir yaşamadığım o korkunç sıcak ve nem kabusu ile yeniden bir araya gelmiştim.

Havaalanı çatısı kuru palmiye yapraklarından yapılmış,etrafı açık kocaman bir klübe gibi. Aynı anda inen 7-8 uçak nedeni ile çok kalabalık. Ülkeye giriş için 10 dolar değerinde turist

kartı almanız gerekli. Aircanada uçakta bize bu kartları dağıttığı için biz ayrı bir hattan pasaport kontrolü sırasına girdik ama görevliler kart sırasında bekleyenler ile pasaport sırasında bekleyenleri birleştirince ortalık bir anda ana baba gününe döndü.Pasaport kontrolü oldukça uzun sürüyor. İnsan  turist olarak gelen bunca kişiye neden bu şekilde muamele edildiğini anlamakta güçlük çekiyor. Normalde Türk pasaportuna vize olmaması gerekli ama kadin bize Kanada PR kartımızı sordu. Eğer o kartlarımız olmasaydı sorun yaşarmıydık bilmiyorum. Pasaport kontrolünü geçip bagajları almaya gidince Türkiye'den alışkın olduğumuz bir durumla karşılaştık. Havaalanında görevli olup olmadığını bile bilmediğim birisi elimizden valizleri kapıp transfer deskine ve otobüse götüreceğini söyledi. Buna karşılık ben de hiç bozuğum omadığını ve bahşiş veremeyeceğimi söyleyince bozuldu ama valizleri otobüse kadar taşıdı.


Görevliler check-in için gerekli belgeleri otobuste doldurturttuğu için otelde sıra beklemeyeceğiz. Gittiğimiz resort aynı gruba ait 6 otelden oluşan 4000 odalı dev bir tesis.

Havaalanı otel arası yaklaşık 30 dakika sürüyor. Yolculuk sırasında bazı kasabalardan geçiyorsunuz ve ülkenin ne kadar fakir olduğunu fark ediyorsunuz. Genel uyarı otelden dışarı pek çıkmamanız yönünde. Otel ile dışarıdaki dünya arasında hiç alaka yok. Suç oranı ülke geneline göre Punta Cana gibi turistik bölgelerde daha düşükmüş. Bunu sağlamak için özel turizm polisi kurmuşlar.

Yolculuk sırasında lokal rehberler kısa bilgiler veriyorlar. Bu lokal rehberler dünyanın her yerinde aynı şekilde davranıyorlar sanırım. Avaz avaz bağırıp hoşgeldiniz burada çok eğleneceksiniz anlamına gelen yapmacık sözler ve tavırlar dünyadaki bütün bu tarz tatil beldelerinde standart olsa gerek. Bu anlamda Punta Cana ile Antalya bana kardeş şehirlermiş gibi geldi.

Otobüste ve her yerde yapılan uyarıların en önemlisi musluk suyunu ağzınıza sürmemeniz,dişlerinizi bile kapali şişe suyu ile fırçalamanız gerektiği. 

Saat 3:30 da odamiza yerlestik. Bunca zaman sonra duvarlari kağıt gibi ince alçıpan olmayan beton bir odada kalmak tuhaf geldi.Zaman kaybetmeden mayolari giyip plaja dogru yola koyulduk. 

Bizim odamiz resepsiyonun hemen yaninda. Odalar ile plaj ve ana havuz kompleksi arasında tren dedikleri araçlar çalışıyor. Yürümemek için bu trenlere binmek gerekli. Yaklaşık her 50-60 metrede bir durak var. Bizim odamiz ile plaj arası 5 durak. Otelin içinde sürekli bu tür motorsiklet, kamyonet tarzı bir araç trafiği var ve oldukça hızlı kullanıyorlar. Arda'nın dikkatini çektiği üzere trafik ışığı da yok!

Ana havuz kocaman ve hemen arkasında muhteşem bir plaj ve okyanus var
Deniz dalgalı ve kıyıdan 2 metre sonra derinleşiyor. Içinde çok insan olmasına rağmen öyle açılıp yüzen yok. Ama yine de çok zevkli. Alp ile Arda dalgalarla oynamayi çok sevdiler. Hem denizin içinde yükselip alçalmak hem de kıyıya vuran dalgaların üzerinden atlamak çok hoşlarına gitti.










Biraz kumsalda uzanıp okyanus ile oynadıktan sonra havuz tarafına geçtik ve günü havuzda tamamladık.


Gittiğimiz ilk gün Galatasaray-Fenerbahçe süper kupa finali vardı ve ben formam ile dolaşıyordum. Akşam üzeri birisi formammı gösterip en büyük cim bom 1-0 yendik deyince keyfime diyecek yoktu.

Akşam yemek öncesi alakart restoranlar için rezervasyonlarımızı yaptırdık. Japon, italyan, ispanyol ve akdeniz restoranlarını seçtik. Akşam üzerleri yemek öncesi mojito ise klasiğimiz oldu.

Genel açık büfe şeklindeki restoranda servis edilen yemekler konusunda Ipek de ben de aynı fikirdeyiz. Çok lezzetli degiller ama çok çesit var. Zaten binlerce kişinin olduğu herşey dahil sisteminde nasıl lezzetli bir yemek beklentiniz olabilir ki? En azından bütün tatil köylerinde olduğu gibi  her akşam ayrı bir konsept ve değişik tatlar deneme şansı var ve o yüzden ben mutluyum.  Üstüne üstlük ben bugüne kadar ıstakoz veren bir açık büfe görmemiştim. Nasıl ve ne zaman olduğunu anlamadığım şekilde ıstakoz fanatiği olan Alp doğal olarak bu işe çok sevindi ben ise bugüne kadar yemediğim kadar lezzetli mango ve diğer yerel meyveleri bol bol tükettim. Deniz ürünlerine neredeyse doyduğum açık büfe restoranda, karides olmayan bir günde makarna bölümündeki aşçı bana tezgah altından karides gösterip 5 dolar verirsem onları pişireceğini söyledi. Geri kalmış ülkelerde uyanık geçinenler bol oluyor.

Alakart restoranlardan Japon çok kötüydü. Aynı akşam ana restoranda çıkan Sushi bile daha başarılıydı. Ispanyol restoranını beğendik hem daha şık hem servis hem de yemekler daha iyiydi. Akdeniz restoranında klima olmadığı için ben sevmedim ama yemekler fena değildi. Gittiklerimiz içinde en güzeli Italyan restoranı idi. Hem yemekler çok güzeldi hem de split klima karşısında oturulduğu için tam bana göre serindi.

Gündüzleri havuz kenarında değişik hayvanlar ile fotoğraf çekiyorlar. Alp ile Arda bu renkli papağanlar ile poz verdiler.Benzer papağanları sabah erken saatlerde palmiyelerin üzerinde bağırışıp çağrışırken görmek mümkün. Benim gördüklerim ağaçların yaprakları arasında çok iyi kamufle olmuşlardı. Ortalıkta hiç güvercin olmaması fakat güvercin gibi uçuşan papağanlar görmek enteresan.

Tatilin ikinci günü çok sıcaktı. Güneş gözlüğü ile yanmanın sonucu kung-fu panda gibi dolaşıyorum ve bu gozlerim az önce smokin giymiş birini gördü. Burasının pekçok Kanadalı için popüler bir düğün destinasyonu olduğunu biliyorum ama bu mevsimde burda düğün yapan ömrü boyunca unutmaz. Ben olsam kesin kaçmıştım. Sanırım damada eğer yanlış birşey yaparsan hayatını cehenneme çeviririz mesajı vermek istiyorlar. Bu yetmezmiş gibi bir de sabah koşusu yapanlar bile var. Delirmiş olmalılar. 

Deniz güneş kum üçlüsü benim için üzerime çevrilmiş  bir keskin nişancının göz,gez arpacık üçlemesi kadar korkutucu.


Bize uzun vadeli tatil satmaya çalışan, 21 yıl önce soğuktan bıkıp buraya yerleşmiş Irlandalı, hayalini kurduğun rüya tatilin nedir diye sorduğunda Bahama tatili falan gibi bir cavap beklerken  Alaskada gemi turu cevabını alınca bayağı bir şaşırdı. Hele bundan sonra bir daha dünyaya gelirsem kutup araştırmacısı olmak istiyorum dediğimde bana yanlış yerdesin burda ne işin var der gibilerinden bakıyordu.

Alp ile Arda ilk defa bu kadar çok su ile haşır neşir oldular. Deniz dalgalı olduğu için pek keyif alamadılar ama havuzda çok iyi zaman geçirdiklerini zannediyorum. Hele kollukları taktıktan sonra havuza atlamaya bayıldılar. Aqua parktaki kaydıraklardan ise koparamadık bir türlü. Ipek şezlongunda uzanıp bir yandan kitabını okuyup diğer yandan güneşin tadını çıkarırken bense 7 gün boyunca gündüzleri havuzdan dışarı çıkmaya cesaret edemedim. Hatta zaman zaman bu kadar çok suyun içinde kalırsam denizden çıkarılan cesetler gibi şişermiyim diye endişelenmedim değil. İçkileri bile havuz içinde içtim. Alp ve Arda'nın da sürekli bana eşlik ettiğini söylemeye gerek yok sanırım.




Gündüzleri havuz kenarında akşamları da ana gösteri merkezinde yapılan animasyonlar her yerde olduğu gibi hem animatörler hem de seyredenler için çok sıkıcı. Herkes bitse de gitsek havasında. Birtek su jimnastiğinde İpek de dahil herkes eğleniyordu. Animatörler Türkiye'dekiler gibi yapışkan değil.


Havuz kenarında çalan yerel müzik önceleri çok hoşuma gitse de yaklaşık 15 dakika sonra baymaya ve direkt arabesk etkisi yapmaya başladı ama seven seviyor tabii ki.

Otelde hemen her yerde sigara içiliyor. Uzun zamandır bu kadar çok sigara içilen bir ortamda olmamıştık. Çocuklar bile şaşırdılar. Her yerdeki içi kum dolu kül tablalarını gösterip bunlar çok pis. O blow edilen şeyleri atıyorlar dediler. Sigarayı bırakalı sadece 3 yıldan biraz fazla olmasına rağmen bana şu anda çok korkunç geliyor. Dominik purolarına bile bakmıyorum. California'nın plajlarda bile sigarayı yasaklamasını çok taktir ettim. Umarım birgün toptan yasaklanır.

Akşamları insanlar öyle takıp takıştırıp gelmiyorlar lobiye. Markalar savaşı yaşanmıyor. Bunu iki farklı şekilde yorumlamak mümkün: Amerika'lıların takım elbise altına spor ayakkabı giymeleri ile zirveye ulaşan zevksizliklerinin yansıması ya da Türkler'deki akşamları sahneye çıkacakmış gibi giyinerek etrafa hava atma merakınının buraya gelen tatilcilerde olmaması. Burada abartılı giyinen birtek Ruslar var.

Otelde konaklayanların yapabileceği yunuslarla yüzmek, yakındaki bir adaya gitmek gibi pekçok günlük tur var. Biz bunlar içinde helikopter turunu seçtik. Alp,Arda ve ben ilk kez bindiğimiz helikopteri çok sevdik. Sahil şeridini ve otelimizi yukarıdan görmek çok keyifliydi.

Son günümüzde dış kulak iltihabı oldum. Türkiye'deki KBB'ci arkadaşım antibiyotikli damla kullanmamı ve suya girmememi önerdi. Ağrı dışında benim için sorun yoktu ama sanki beni teselli etmek istercesine her yarım saatte bir indiren sağnak yağış İpek ve çocukların havuz keyfini de mahvetti. Neyse ki bu yağmurlar tatilin son gününe denk geldi.


Her güzel tatil gibi bu da çabucak bitti. Dönüş her zamanki gibi hem hüzünlü hem de evimizi özlediğimiz için heyecanlı. Hepimiz bir sonraki tatili sabırsızlıkla bekliyoruz. Bu sefer swimmers ear durumuna yakalanmamak için çok dikkatli olacağız.

Monday, 8 July 2013

Doktorların el yazısı neden kötüdür?

Wendell Jamieson Father Knows Less adlı kitabında değişik yaş gruplarından çocukların enteresan sorularını o konunun uzmanlarına sorarak yanıtlamış. İnternetin bu kadar el altında olduğu bir çağda ne derece yararlı olabileceği tartışılabilir belki ama bence okuması keyifli. Aslında ben kitabı okumuyorum. Kütüphaneden aldığım sesli kitabı ev-iş-ev güzergahında otomobil kullanırken dinliyorum ve bu eğlenceli kitap yolda çok rahat dinleniyor. 

Kitaptaki 6 yaşında Kaliforniya'lı bir çocuğun doktor olan amcasının verdiği hediyeye iliştirdiği notu ailede kimsenin okuyamaması üzerine sorduğu Doktorların el yazısı neden çok kötüdür sorusu ilginç geldi.  Gerçekten de tüm dünyada doktorların el yazısı kötü ve okunaksız olması ile ünlüdür. 

Zaman zaman hatta itiraf etmek gerekirse çoğu zaman kendi yazdığım yazıyı 15 dakika sonra yine kendim okuyamadığım çok olduğundan bu sorunun cevabını özellikle merak ettim. Yazar amcasının kendisine ne yazdığını bir türlü öğrenemeyen zavallı çocuğun sorusunu Floridalı bir elyazısı ve adli doküman uzmanına yöneltmiş.

Uzman konuyu tek bir sözcük ile açıklamış: ACELECİLİK 

Cevabın hedef kitlesi çocuklar olduğu için de onların anlayabileceği şekilde devam etmiş: Çünkü doktorlar gün boyunca birsürü belge yazmak ve imzalamak ile kaybettkleri zamanı aslında hastalarını iyileştirmeye ayırmak isterler. Yazı işini biran önce bitirmek istedikleri için acele ile karalama yaparlar. Bununla beraber uzmanın cevabından Amerikada bazı doktorların yasal problemlerden kaçınmak için düzgün yazma kurslarına gittiklerini de öğreniyoruz zira eczacının doktorun reçetesini yanlış okuması ya da okuyamaması sonucu yanlış ilaç vermesi doktoru önemli yasal yükümlülükler ile karşı karşıya bırakabilir.

Doktorların yazısının kötülüğü ile ilgili 1996 yılından yapılan ve dünyanın en saygın bilimsel degilerinden biri olan British Medical Journal'da yayınlanan bir araştırmada doktor ve diğer sağlık personelinin 10 saniyede değişik metinler yazmaları istenmiş. Sonuçlar değerlendirilidiğinde doktorların el yazısının diğer personelden daha kötü olmadığı sonucuna varılırken erkek yöneticilerin yazılarının diğerlerinden daha kötü olduğu saptanmış.

Elbetteki her doktorun el yazısı kötü değil üstelik bize okulda kötü yazmayı da öğretmiyorlar. İnce cerrahi işlemleri sorunsuz yapan kişilerin yazı yazmayı beceremediğini düşünmek haksızlık olur. Sorun sanırım önceliklerde. Belki de biz doktorların el yazısı kötü değil, sadece kötü yazmayı tercih ediyoruz. Bu insanların kafasında gizem yaratmak ya da ezcacılara okulda doktor yazısı okuma dersi veriyorlarmış dedikodusunu haklı çıkarmak için bilinçli yapılan bir tercih değil. Sadece o an aklımızda yazı yazmaktan (güzel yazı yazmaktan) daha önemli birşeyler olduğu için anlık gelişen bir durum. 

Önceki makalenin aksine Journal of the Royal Society of Medicine'da 2006 yılında yayınlanan bir makalede okunaksız kötü el yazısının çok ciddi bir sorun olduğu vurgulanmış. 2005 yılında yapılan bir başka araştırmada rastgele seçilen 40 ameliyat notunun sadece %24'ü çok iyi ve okunaklı bulunurken %37'si çok kötü ve okunaksız olarak değerlendirilmiş. 1999 yılında Amerikalı bir kardiyoloğun reçetesi eczacı tarafından yanlış okunmuş ve 42 yaşındaki bir hasta hayatını kaybetmiş. Kuşkusuz bu tek örnek değil. Her yıl sadece İngiltere'de 30.000 kişinin tıbbi hatalar sonucu öldüğü ileri sürülüyor. Türkiye için ise böyle bir istatistik benim bildiğim kadarı ile yok ancak gelişmiş ülkelerden daha iyi olduğumuzu düşünmek bence biraz fazla hayalcilik olur.

Çözüm galiba yine teknolojide. Her türlü tıbbi kaydın dijital ortamda tutulması sorunu bir ölçüde çözebilir ancak çoğu doktorun özellikle yaşlı doktorların bilgisayar kullanımına çok aşina olmadığı da mutlaka göz önüne alınmalı. 



Referans 

Thursday, 30 May 2013

Asansor

Bugun bir arkadasimin whatsapp'dan gonderdigi bir mesaj Turkiye'de asansor kullaniminin neredeyse tamamen unuttugum acayipligini bana yeniden hatirlatti.

Arkadasim mesajinda yukari cikacagi halde asagi inen asansore binip sinirlenen ve bindigi kata tekrar gelince ne bicim hastane bir yukari giden asansor yapmiyorlar diye bir de bu sinirini dile getiren birinden soz ediyordu.

Gercekten hastanede cok fazla karsilastigimiz bir durumdu bu. Cocuklar olduktan sonra AVM'lerde asansor beklerken de surekli ayni durumu yasadim.

Bence Turkiye'de ilkokullarda cocuklara asansor kullanimi ogretilmeli. Alp ve Arda bile hangi yone gideceklerse o yonun dugmesine basip asansor gelince ya isigi sonen dugmeden ya da yukari veya asagi ok seklindeki asansor uzerindeki isaretten hangi yone gidecegini anlayip ona gore binerken koca koca insanlarin buna uymamasi sadece dikkatsizlik ile aciklanabilir mi?

Asansor yukari giderken durdugu katta binip israrla daha alltaki bir dugmeye basmaya calisan, bunu beceremeyince bizim bu su anda yukari cikiyor uyarimiz uzerine,  inmek yerine olsun nasil olsa en sonunda  asagi inecek diyen zihniyet en hafif tanimi ile bencil degil midir? 

Sen o asansorun icinde yer isgal ederken bir ust kattan binip daha da yukariya cikmaya calisan birinin hakkini gasp ettigini dusunemiyor musun? 

Dahasi asagi inecegin halde yukari dugmesine basip asansoru gereksiz yere durdurdugun icin zaman kaybina neden oldugunu idrak edemiyor musun? 

Friday, 24 May 2013

Alkol Duzenlemesi

Lise 1. sinifta basladigim sigarayi 3 yil once 41 yasinda birakmis biri olarak icerken bile sigaranin kapali ortamlarda yasaklanmasini savunurdum. Ickinin ise hicbir zaman cok tutkunu olmadim. Gencligimde birkac kere ne yaptigimi hatirlayamayacak kadar sarhos olmama ragmen icki ile aram pek iyi degildir.  Pekcok Turk'un aksine raki cok sevmem. Ara sira kirmizi sarap ve bira icerim,  zaman zaman da guzel bir martininin tadini cikarmayi severim.   

Son gunlerde gundemde olan alkol yasasi Turkiye'yi ayaga kaldirdi. Iktidar partisinin bu duzenlemeyi ne amacla yatigi kesin ancak yasaklar ile hicbir yere varilamayacagi da bilinen bir gercek. Dunyanin en kati kurallari ile yonetilen ulkelerinde bile yasaklamak insanlarin alkol kullanimini engellemekte basarili olamiyor. Belki de o nedenle seriat ile yonetilen ulkeler disinda yasak benim bildigim kadari ile yok. Ancak duzenlemeler var.

Ana muhalefet partisi bu durum karsisinda yine alisilageldigi gibi tamamen zitlasacak sekilde tavir aldi ve alkol ile sigarayi savunur duruma dustu. Benim bilincli bir partiden bekledigim iktidarin asil niyetinden farkli amac tasidiginina inandigimiz bu uygulama karsisinda daha bilimsel veriler ile muhalefet yapmasi idi.  

Iktidar yaptigi duzenlemeyi anayasaya dayandirarak gencleri alkol ve sigaranin kotu etkilerinden korumaya yonelik maddesine atifta bulunuyor. Bu durumda muhalafet partisi buna karsi ciktiginda bir anlamda gencleri zararli aliskanliklardan korumaya karsiymis gibi gorunuyor.  Oyse muhalefet partisi  biz de gencleri alkolden ve sigaradan korumak konusunda adimlar atilmasindan yanayiz ancak dunyada ve Turkiye'de istatistikler ve bilimsel veriler su sekildedir, ve bu sekilde uygulamalar vardir gelin biz de bu konuyu tartisip ortak bir kara alalim demek yerine direkt olarak sadece ve sadece muhalefet yapmak ugruna alkol ve sigara taraftari gibi aciklamalar yapiyor.  

Yasal duzenlemenin iyi olabilecegi seklinde fikir belirten ama iktidardaki dusunce ile hic ilgisi olmayan benim gibi kisiler de ne yazik ki yandasmis gibi suclamalara hatta Kanada'da da yasak mi gibi satasmalara maruz kaliyor.  

Ben de bu vesile ile Kanada basta olmak uzere bazi ulkelerdeki duzenlemeleri merak edip internette kisa bir arastirma yaptim. Anladigim kadari ile Kanada bati dunyasinda alkol ile ilgili en kati kurallara sahip ulke. Federal bir duzenleme yok ancak her eyaletin kendi kurallari var. Alberta,  Manitoba ve Quebec'de icki satin alma yasi 18 iken diger eyaletlerde 19. 

Alkol satis saatleri de her eyaletin kendisi tarafindan belirleniyor. Quebec'de sarap ve bira disindaki alkollu icecekler sadece SAQ adindaki (Société des alcools du Québec,Québec Alcohol Corporation) devlet tarafindan isletilen magazalarda satiliyor. Sarap SAQ ve supermarketlerde, bira ise SAQ, supermarketler ve bakkalarda vb satiliyor. Yazili bir yasak var mi bilmiyorum ama bu magazalar saat 21-22 gibi kapandigina gore pratikte bu saatlerden sonra bira disinda alkollu icecek satin almak pek mumkun gorunmuyor. 

Ote yandan halka acik alanlarda alkol tuketimi  eger ozel olarak alinmis bir izin belgeniz yoksa yasak ve bu yasak gunun her saati icin gecerli. Ontario'da bazi yerlesim bolgelerinde evinizin on bahcesinde agzi acik alkol sisesi ya da kutusu bile bulundurmaniz yasak. Ontario ve Quebec'de park halinde bile olsa motorlu bir aracin icinde agzi acik ve bitirilmemis alkol sisesi ve kutusu bulundurmaniz yasak. Amerikada bazi eyeletlerde evinizin on bahcesinde ya da on taraftaki verandada  bile bira da dahil alkol kullanmaniz yasak.

Gectigimiz yillarda Moda iskelesi etrafinda bira icerek yapilan eylemin bir benzerini Amerika ve Kanada'da yapmak olanaksiz.O donemlerde cocuklarinm ile moda parkinda gezememistim ben parkta alkol icenler yuzunden.  

Cogu eyalette 0.05 promile kadar alkolle arac kullanmaya izin veriliyor. 0.08 promil ve uzerinde alkol ise ceza gerektiren suc tanimina giriyor ve 5 yila kadar hapis ve en az 1000 dolar para cezasi var
Quebec'in de dahil oldugu cogu eyalette ise 22 yasindan kucuk suruculerin alkollu arac kullanmalari yasak. Kandaki deger sifirin uzerinde ise ehliyetleri uc ay sure ile askiya liniyor, 600 dolar ve 4 puan cezasi var.

Kanada genelinde radyo ve televizyonda sigara ve tutun reklami yapmak yasak 


Monday, 20 May 2013

Saguenay



Kanada'da milli tatiller belirli bir tarihten ziyade o tarihe en yakin Pazartesi gunu kutlaniyor ve bu sekilde insanlar  3 gunluk uzun haftasonlari tatili yapabiliyorlar.  

Biz de Mayis ayindaki uzun haftasonu tatilindan yararlanak Quebec'in nispeten uzak bir bolgesi olan ve dogasi ile unlu Saguenay'a gitmeye karar veriyoruz.

Ilk is dogal olarak internetten bolge ile ilgili kisa bir lojistik arastirmasi yapmak. Oteller ve gezilecek gorulecek yerler icin tripadvisor.com ve hotels.com en cok kullandigim ve guvendigim iki site. Eger doga ve kamp tutukunu degilseniz hele ki bu mevsimde burada yapilacak hemen hicbirsey yok. Ustelik burada sezon 1 Haziran'dan once acilmiyor. Yani bizim gibi bortu bocek sevmeyen bir aile iseniz aslinda burasi hic size ve bize gore degil. Ancak yine de gormekte yarar vardir deyip rezervasyonu yapiyorum. Delta otel zaten çok az olan atraksiyonlara uzak olmasina ragmen yepyeni, son derece temiz ve personeli cok yardimsever bir otel. Ustelik rezervasyon yaptirdiktan sonra baska bir sitede cok daha indirimli satildigini gorup hotels.com'dan geri odemeyi de alinca oldukca hesapli bir konaklama oldu. 

Herkes bize Montreal'den Saguenay'in araba ile 8 saat surdugunu soylemesine ragmen herseyi bilen google map ise arabadaki navigasyon sistemi ile benzer sekilde 5.5 saatlik bir yolculuk olacagini ileri suruyordu. Gercekten de molalar ile birlikte 483 kilometrelik yolu 5 saat 45 dakika civarinda alıp sehre vardik. Sehir denilince Saguenay tek bir sehir degil ve farkli birkac yerlesim biriminin birlesmesinden olusuyor.


Resepsiyon gorevlileri bize gidebilecegimiz birkac yer onerdi. Bunlardan biri yaklasik 1.5 saat uzaklikta bir hayvanat bahcesi. Artik hayvanat bahcesi gezmekten gina geldigi icin bu fikir pek ilgi uyandirmadi. Biz de yaklasik 1 saat kuzey batidaki Lac Saint Jean golune dogru gidelim dedik. 

Golden ziyade bir ic denizi andiran bu dev su birikintisinin kiyisinda otutup dinlenebilecek hic bir yer bulamadiktan sonra golun kiyisi bile denemeyecek bir kosesinde bir plaj oldugunu farkettik.

  
Plajda guneslenen bir kac aile var. Hava sicakligi ise 16-17 derece civarinda. 



Alp ve Arda cocuk parkinda vakit gecirip biz de biraz dinlendikten sonra bolgenin en onemli muzelerinden!! biri olan ve 1999 yilindaki sel felaketinden kurtulan kucuk beyaz ev'e dogru yola koyulduk, Dogal olarak ev kapali. Hos acik olsa icinde ne olabilir ki? Alp ve Arda bu muzenin onundeki cocuk parkinda oynarken biz de Ipek ile vakit öldürdük. 



Ben bu arada tripadvisor sitesinden yemek yiyecek bir yer bulmaya calisiyordum. En sonunda guzel olabilecegini dusundugum bir restorana dogru yola ciktik ama o da ne rezervasyonsuz musteri kabul etmiyorlar ve restoran agzina kadar dolu. Bu arada Alp ben midye isterim baska sey yemem diye tutturdu. Yapılacak birşey yok. Yine tripadvisor'dan bu sefer bir hamburger restorani bulup gidiyoruz ama orada da yer yok. Neyse ki hemen yanindaki başka bir restorana bizi kabul ettiler ve neticede Alp'in istedigi oldu çünkü burada midye var. Alp'in keyfine diyecek yoktu. Koca bir tabak dolusu midyeyi neredesye tek başına bitirdi. Sehir ile ilglili sasirtici olan cok dik yokuslarin olmasi. Adeta San Francisco gibi. Kisin burada yasamak cok zor olmali. 



Aksam otele donunce bolgede tur yapan sirketlerin web sitelerini inceleyip kendimize  bir plan cikardim. Mevsim disi oldugu icin bu donemde hicbir tur yok. Ama biz o turlarin yaptigi herseyi aynen kendi arabamizla yapacagiz. Once La Baie adi verilen sehre gidip burdan tura basladik. Burasi Saguenay nehrinin kocaman bir korfez  yaptigi bir liman sehri. Yaz mevsiminde dev cruise gemileri yanasiyor.


Ben de firsattan istifade biraz genel cografya biraz da bolge cografyasi calistim. Bu gezinin yarari da bu oldu. Bu bolgeye neden fiyord denildigini anlamamistim. Cunku benim bildigim kadari ile fiyord buz caginda dev buz kutlelerinin oydugu vadilere buzlar eridikten sonra deniz suyunun dolmasi ile olusan girintilere verilen isim ve nehirlerin oldugu bu yerde fiyordun nasil olustugunu anlayamamistim. Saguenay nehri Sainte Lawrance nehrine dokuluyor ve buraya fiyord adi veriliyor. Biraz internet arastirmasi ile olay cozuldu.


Oncelikle St. Lawrance nehri tam anlami ile nehir degilmis. Ontario golunden dogduktan sonra Quebec sehri yakinlarina kadar tatli su olarak gelip burada tuzlu su ile karisiyormus. Bu bolgedeki genisleme aslinda atlantik okyanusunun gelgitleri neticesinde olusan halicmis. Yani bir acidan bakildiginda Quebec City'den sonra olan kisim aslinda nehir degil okyanusun bir parcasi ve o yuzden balinalar vb burada kendilerine yasam alani kuruyorlarmış.

Ote yandan Lac Saint Jean'dan dogan Saguenay nehri La Baie sehrine kadar nehir olarak geliyor ve burada St.Lawrance nehrinin (denizinin) iceri kadar sokulan fiyordu ile birlesiyor. Yani bizim tek bir nehir olarak algiladigimiz su aslinda iki farkli olusum.

Simdi hersey kafamda daha acik ve net. Eskiden cok okuyan degil cok gezen bilir derlerdi ama modern internet caginda gezerken okuyup daha fazla bilgi edinilebiliyor.

Saguenay nehrinin (fyordunun) St.Lawrance ile birlestigi yerde Tadoussac kasabasi var ve burada yaz aylarinda balina gozlem turlari yapiliyor. 7 degisik cesit balina ama ozellikle belluga adi verilen beyaz balinalar burada cok fazla bulunuyormuş.

La Baie sehrinden yola çıktıktan sonra ilk durak Pyramid Ha Ha adındaki dünyanın alüminyumdan yapılmış tek piramidi. Normalde içine girip geziliyormuş ama burası da kapalı. Hoş içeride birşey olduğunu da pek sanmıyorum.

Rotayı takip ederken pekçok minik göl ve akarsuyun olduğunu ve bunların etrafında çok şirin evlen olduğunu gördük. Hatta önünde deniz uçağı olan bile vardı.

Bu rotada devam edip fiyordun ortalarina kadar indikten sonra L'Anse Saint Jean adındaki minik kasabaya vardık. Buraya kasaba bile demek çok güç. La Baie sehrinden kalkan turlar buradaki üzeri kapalı köprüyü gösterip devam ederek yaklaşık 5 km sonra dağın tepesindeki milli parka ulaşıyorlamış. Burada Kanada'da ki en iyi 9. manzaranın olduğu iddia ediliyor. Biz de aynı rotayı takip ettik. Açıkcası yolda ben biraz korktum ancak tepeye vardığımızda manzara nefis olmasına nefisti yalnız tek sorun aile başına 13 dolar para istemeleri ve parayı ödemeden fotoğraf çekmeye izin vermemeleriydi.





Tepeden aşağıya indikten sonra yine bir gece önce internetten bulduğum ve Kanada'da çok nadir olabileceğini düşündüğümüz su manzaralı restorana gidip karnımızı doyurduk.





Ardından tekrar geldiğimiz yoldan geri döndük. Yolda gördüğümüz bir parkta çocuklar ile birlikte ben de yıllar sonra yeniden salıncakta sallandım. Ne kadar keyifli olduğunu unutmuşum. Ustelik salıncak çok sağlammış hiç birşey olmadı.


Biz parkta  vakit geçirirken pek çok araba arkasına takılı tekneler ya da jetskiler ile gelip bunlar suya indirip gölün tadını çıkartıyorlardı.



Yolda dönerken bu göl kenarında karavanda konaklama ya da kamp yapma işinin İpek ile bana hiç uymadığını tekrar fark ettik.  Gece en ufak bir seste korkudan ödümüz patlayacağı gibi hele çocuklar yanımızdayken ikimizin de biran bile uyumayacağı kesin. Doğa ve doğada yaşam hiç bizim tarzımız değil. Alp ve Arda da aynı bizim gibi ve sivrisinekten bile çok korkuyorlar. Doğanın tadını çıkarmayı onu sevenlere bırakmaya karar veriyoruz.


Yemeği bir gece önce gidemediğimiz ancak bu sefer rezervasyon yaptırdığımız restoranda yedik. Tuhaf olan buraya 18 yaşından küçük olanları almamalarına rağmen bizi kabul etmeleriydi. Sanırım çok ısrarcı buldular bizi.   

Ertesi gün erkenden kalkıp yola koyulduk ve eve geri döndük. Bir daha gider miyiz? Pek sanmıyorum. Daha eğlenceli yerler var.

Geri donerken aklim daglarin tepesindeki dev elektrik direklerine ve onlari oralara nasil diktiklerine kafam takildi. Tabii ki google'dan sonraki en buyuk arama motoru olan youtube'da bununla ilgili pekcok video buldum ve merakimi giderdim. Iste bunlardan ikisi




Tuesday, 28 August 2012

Kanada'nin kahvesi

Kanada'nin en buyuk fast food zinciri olan Tim Horton's temel olarak bir Kahve restoranlari zinciri. Kabaca bir benzetme ile Starbuck'sin Kanadali kardesi diyebiliriz.

Hamilton, Ontario da 1964 yilinda unlu Kanadali hokey oyuncusu Tim Horton ve ortagi Jim Charade tarafindan acilan ilk hamburger ve kahve dukkanini 1967 yilinda yatirimci Ron Joyce'un katilimi ile birbiri ardina acilan restotranlar izlemis. 1974 yilinda Tim Horton'un normalin iki misli alkollu bir halde saatte 160/km hizla beton duvara carptigi trafik kazasinda olmesinden sonra Ron Joyce Horton'in  alilesinden  hisseleri ve o gun icin 40 tane olan restoranlari 1.000.000 dolara satin alip sirketin tek sahibi olmus.

Zincirin 1 Nisan 2012 itibari ile dunya genelinde 4042 restorani mevcut. Sirket Kanada'da Mcdonalds gibi dunya devlerinin onunde yer aliyor ve  ulkenin fasdtfood pazarinin %23unu kontrol ediyor. Bu agresif buyume stratejisi sonucu Kanada su anda kisi basi en fazla kahve dukkani dusen ulke konumunda bulunuyor.

Kahve pazarinda ise Tim Hortons acik ara onde. Pazarin %62'si Tim Hortons'a ait. Ikinci sirada gelen Starbucks'in pazar payi ise sadece %7.

Zincirin Kanada disinda en fazla restorana sahip oldugu ulke ABD. Onun disinda Ingiltere ve Irlanda'da da urunleri satiliyor. Birlesik Arap Emirlikleri merkezli bir firma ile girdigi ortaklik sonrasi 5 yil icinde korfez ulkelerinde 120 yeni restoran acilmasi planlaniyor.

Sirketin "Tim Horton's" olan adi Quebec de yururlukte olan Fransizca Tabela Kuralarina aykiri oldugu icin 1993 yilinda yukaridaki kesme isareti kaldirilarak Tim Hortons olarak degistirilmis ancak hala daha eski tabelaya sahip restoranlara rastlamak mumkun. Bu arada Quebec de Starbucks'larin tebelasi da Cafe Starbucks Coffee seklinde. KFC ike PFK seklinde Fransizca yaziliyor.

Gercekten de Kanada'da gerek sehir icinde gerekse yollarda neredeyse her kosebasinda bir Tim Hortons'a rastlamak mumkun. Hatta cogu benzincide bile kucuk bir Tim Hortons kosesi bulunuyor. Bu restoranlarda cok ucuz fiyata gercek kahve satiliyor, benim mesrubat olarak adlandirdigim findik fistik aromali kahveler, mochalar falan fazla yok. Temel olarak kahve ve eger isterseniz krema ya da sut var. Yazlari buzlu kahvemsi seyler de satiyorlar ama hicbirikahvenin yerini tutmuyor tabii ki

Benim gibi neredeyse gunde 2-3 tane black coffee icen biri icin bir cennet. Biz evde de Tim Hortons kahvesi kullaniyoruz ve ikram ettigimiz herkes de cok begenerek iciyor. Sabahlari ise giderken  kahvemi icmeden asla kendime gelemiyorum. Turkiye'deyken de her sabah starbuck's gider sutsuz gunun kahvesinden icer kendime gelirdim. Bu nedenle klinikte beni amerikan hayrani olmak ve onlara ozenmek ile suclayanalar bile vardi. :))

Slogani "always fresh" (Her zaman taze) olan Tim Hortons'da Kahve disinda sandvicler, bagel ve tabii ki Donut var. Kucuk hamur toplari olarak adlandirabilecegimiz timbit'ler cok populer ve ogullarim da cukulatali timbitlere hayran. Yaz aylarinda favorileri ise cilek ve muzlu smoothie. Mayis 2012 de Windsor Ontario'da bir Tim Hortons restoraninin tuvaletinde dogan bebege odul olarak omur boyu bedava timbit verilmesi bu urunun cocuklar arasinda ne kadar populer oldugunun da bir gostergesi sayilabilir. (http://www.cbc.ca/news/canada/windsor/story/2012/05/09/wdr-tim-hortons-baby-free-timbits.html)

TIm Hortons yoneticileri gectigimiz yil bardaklarin boylarini ve adlandirmasini degistirdiler ve daha onceden orta olarak adlandirdiklari boyu kucuk, buyuk boyu ise orta boy olarak yeniden adlandirdilar.

Restoranlarda hala daha ucretsiz wi-fi olmamasi bence buyuk bir ayip. Neyse ki birkac ay once bu hizmeti yavas yavas sunmaya basladilar ve sanirim kisa biz zaman icinde tum restoranlarinda ucretsiz internet bulunacak. Bizim evin yakinindaki restoranda baslamislar bile. Sanirim bu konuda Starbucks kadar istekli olmamalarinin nedeni musterilerin 20 dakika icinde restorani terk etmelerini istemeleri. Bedava internet demek musterinin bir kahve alip saatlerce masa isgal etmesi anlamina da geliyor ama Starbucks yillardir bu hizmeti musterilerine zaten sunuyor.

Tim Hortons'un diger benzer markalar ile kiyaslandiginda hem urun cesitliligi hem de bazilarina gore urun kalitesi acisindan geride oldugu dusunulmesine ragmen Kanada'lilar arasinda bu kadar populer olmasinin nedeni markanin ulusal bir kimlik olarak algilanmasinda yatiyor. Zaman zaman tartisilan bu konuda genelde kabul goren bir baska gorus ise  insanlarin Tim Hortons'lari ev gibi benimsedigi  ve uzakta olsalar bile bir Tim Hortons restoranina gittiklerinde kendilerini guvende ve huzurlu hissetmeleri.










Monday, 30 April 2012

Radar Kardesligi

Gectigimiz haftasonu araba ile sehirler arasi bir yolda ilerlerken onumde giden arac once sag sonra sol sinyal verdi. Ne yapmak istedigini anlamaya calisirken bir anda aklima Turkiye’de sehirlerarasi yollarda insanlarin sellektor ya da elleri ile isaretler yaparak birbilerini ilerideki radar ya da polis kontrolu ile ilgili uyardiklari geldi.

Eksisozluk'te radar kardesligi olarak tanimlanan bu olgu sanirim sadece Turklere ozgu degil, cunku baska ulkelerde de uygulandigina dair deneyimler ve gozlemler paylasilmis. Ancak bu kardesligi en iyi yasatan milletlerden bir oldugumuz kesin. Eksisozlukte tam 12 sayfanin bu konu ile ilgili olmasi ne kadar yaygin oldugunun da bir gostergesi sayilabilir.

Klasik olarak bir radar kontrolunu fark eden surucunun karsi seritten gelen ve potasiyel radar kurbani! olan suruculeri uzun uzun sellektor yaparak uyarmasi ve karsi tarafin da sellektor ile cevap verip hizini azaltmasi ve bu sayede radara girmekten ve ceza ya da corba parasi! vermekten kurtulmasi seklinde ozetlenebilecek bu kardeslik nedense toplumda bir suc ortakligi olarak kabul edilmiyor. Cunku ne yazik ki bunca kazaya, bunca olume, bunca uyariya ragmen hala daha surat yapmak bir hak ve ustalik, hiz siniri ise bir dayatmacilik olarak kabul ediliyor.

Ne yazik ki benim cevremdeki okumus, mesleklerinde iyi yerlere gelmis arkadaslarim bile uzun yolda hiz yapmanin normal oldugunu dusunebiliyor hatta Istanbul-Ankara arasini ne kadar kisa surede aldiklari ile ovunebiliyorlar.

Radar kardesligi Turkler arasinda o kadar seviliyor ve benimseniyor ki o sellektor uyarisi ile hizini yavaslatanlar kendilerini kurtaran! kisiden hayir dualarini eksik etmiyorlar.

Hiz yapanlarin gerekceleri genelde ayni: uc seritli yolda o limit olmaz, ilceden gecerken hiz 70'e inmez vb. Oysa bu savi ileri surup gaza basan arkadaslarimin yurtdisina ciktiklarinda, ozellikle Amerika'da araba kullanirken ne kadar korktuklarini ve hiz limitlerini hic zorlamadiklarini adim gibi biliyorum.

Evet kabul ediyorum radar uygulamasinin asil amaci kazalarin en fazla oldugu yerde radar oldugunu suruculere belirterek hiz yapmalarini engellemektir onlari avlamak degildir ve Turkiye'de radar ne yazik ki kazalari engellmek icin degil ceza yazip para toplamak icin uygulanmaktadir ama yine de kural kuraldir ve uyulmasi gerekir.

Isi bir de obur yanindan dusunelim. Hiz yaptigi icin ceza yiyen bir surucu en azindan olayin sokunu atlatana kadar hiz limitlerine dikkat edecektir. Sizin uyardiginiz ve bu sayede yavaslayarak radardan kurtulan kisi ise buyuk olaslikla kendini zafer kazanmis hissedecek ve gaza biraz daha asilacaktir. Sizin iyilik yaptiginizi dusundugunuz bu kisi gaza asildigi anda kaza yapip birkac kisinin olmesine ya da sakat kalmasina neden olursa bunun vicdani sorumlulugunu nasil tasiyacaksiniz. Yoksa o kazadan hic haberiniz olmadigi icin gonul rahatligi ile sellektor yapip hiz canavarlarini uyarmaya devam mi edeceksiniz?

Ister onaylayin ister onaylamayin dunyadaki birkac ulke disinda karayollarinda hiz yapmak SUCtur. Sellektor yaparak suclunun ceza almaktan kurtulmasini saglamak size normal mi geliyor?

O halde bir evi ya da arabayi soyan hirsizi, karisini bicaklayan bir kocayi, ya da son zamanlarda moda oldugu uzere doktor darp eden bir hasta yakinini gordugunuzde de imdat diye bagirmak yerine aman kardesim elini cabuk tur birazdan polis gelir seni yakalar diye seslenin. Altindaki araci cinayet aleti olarak kullanan hiz delisi canavari ceza almasin diye uyarmanin bundan hicbir farki yok cunku.